Ey hakikat yolcusu kardeşim! — Allah sana ve herbirimize muvaffakıyet versin — Altı tehlikeli mıntıkayı atlattın. Zafere eriştin. Kötü huyları kendinden uzaklaştırdın. İbâdetler ettin, muazzam bir sermaye sâhibi oldun. Aynı zamanda bu sermayeni geçitlerdeki tehlikelerden korudun, kurtardın. Şimdi bu muazzam ni'mete karşılık Allah'a şükretmeli, ona olan minnet borcunu ödemelisin. Allah'ın ni'metlerine şükretmek iki büyük fayda sağlar:
1 — Ni'metin devâmına sebep olur,
2 — Ni'metin artmasına sebep olur.
Ni'metler şükürle kayıtlıdır; yâni ni'metler, şükredilirse devamlı olur. Şükredilmezse zâil olurlar, kuldan geri alınırlar. Allah buyurur:
— Bir kavim özlerindeki güzel hal ve ahlâkı değiştirip bozmadıkça Allah onun hâlini değiştirip bozmaz. (1)
— Allah o memleketi bir ibret örneği olarak miras eder ki o, korkudan emin ve sâkindi. Rızkı da kendisine her bir yandan bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın ni'metlerine nankörlük etti. Allah da ona halkının işlemekte ısrar ettikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku libâsını giydirip olanca acıları tattırdı. (2)
— Şükreder, iman ederseniz Allah sizi neye sıkıntıya bıraksın? Halbuki Allah şükredenlerin mükâfâtını verir. Onların ne yaptıklarını hakkıyle bilir. (3)
Peygamberimiz buyurur:
— Ni'metin vahşeti vardır. Vahşî hayvanlar gibi kaçar, onu şükür bağı ile bağlayınız.
Şükürle ni'metin artması hususuna gelince; mâdemki şükür ni'meti bağlayan bir bağdır, o halde şükür ni'metin artması sonucunu verir. Allah buyurur:
— Hatırlayınız ki Rabbınız size şunu bildirmişti:
And olsun, şükrederseniz elbette ni'metinizi artırırım. And olsun nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz benim azâbım cidden çetindir. (4)
— Hidâyeti kabûl edenler, Allah onların muvaffakiyetini artırmış, onlara ateşten nasıl kaçınacaklarını ilham etmiştir. (5)
— Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz Allah herhalde ihsan erbâbıyle bemberdir. (6)
Kâinâtın mutlak sâhibi Allah, kuluna verdiği ni'metin şükrünü edâ ettiğini görünce ona ikinci bir ni'met verir ve bunu ona lâyık görür. Eğer kişi nankörlük ederse ni'meti keser.
Ni'metler iki kısımdır:
1 — Dünyevî ni'metler,
2 — Dinî ni'metler.
Dünyevî ni'metler de iki kısımdır.
1 — Faydalı olacak şeylerin verilmesi,
2 — Zararlı olacak şeylerin def'edilmesi.
Allah'ın kullarına verdiği ve onların yararına olan şeyler de ayrıca iki kısımda incelenir.
a) Vücut sıhhat ve sağlığı,
b) Yenilecek, içilecek ve zevklenilecek çeşitli ni'metler.
Allah'ın, kullarını koruduğu zararlı şeyler de iki kısımda incelenebilir:
a) Tabiî âfetlerden koruması,
b) İnsanlardan, cinlerden, vahşî hayvanlardan... gelecek zararlardan koruması.
Dînî ni'metler de iki kısımdır:
1 — Allah'ın kuluna hidâyet vermesi,
2.— İmansızlık, şirk, bid'at, dalâlet ve diğer günahlardan koruması.
Allah'ın, kuluna hidâyet vermesi; ona önce İslâmlığı nasib etmesi, sonra İslâm ahlâkını öğretmesi, daha sonra da İslâm yolunda yürütmesidir.
Bunlar, Allah'ın kullarına olan ni'metlerinin kısaca sınıflandırılısıdır. Ni'metler o kadar çok ve sayısızdır adet olarak tümünü yalnız Allah kendisi bilir. Nitekim buyurur :
— Allah size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın bunca ni'metini birer birer saymak isterseniz, imkânsız siz onları icmâlen bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür. (7)
Bu sayısız ni'metlerin devamı ve artması onların kadrini bilmek ve şükretmekle olur. Ni'metlere şükrü,
SORU: Hamd ve şükür ne demektir?
CEVAP: Âlimlerimiz, hamd ile şükrü farklı şekillerde açıklarlar. Bunlara göre hamd zâhirî amellerdendir. Meselâ dille Allah’ı TESBİH etmek ve birliğini söylemek gibi... Şükür ise bâtınî amellerdendir. Ayrıca şükür üzerinde âlimlerimizin târifleri değişiktir:
- Şükür; Allah'ın verdiği ni'metleri yerinde sarfetmektir.
- Şükür; gizli-âşikâr bütün âza ile Allah'a itâat etmektir.
- Şükür; Allah'a itâat edip günahlardan kaçınmaktır.
- Şükür; ni'met sâhibine tâzîm etmek ve küfrân-ı ni'mette bulunmamaktır.
Kişi rabbının verdiği ni'metleri mâsıyete vâsıta yapmamalıdır. Verilen ni'metleri mâsıyete vâsıta kılan kimse şükretmiş olmaz, nankörlük etmiş olur. O halde kişi Allah'ın ni'metini günahlara bir perde yapmalı, yâni o nimetlerle günah yollarını kapamalıdır. Nefsi günaha meyleden kimse bilmeli ki bu yolda harcıyacağı kuvveti de kendisine Allah vermiştir. Eğer o kuvveti şer yolunda harcarsa ni'met sâhibine ezâ vermiş olur. Bu ise nankörlüğün kendisidir. İşte Allah'ın verdiği kuvvet ve imkânları şer yolunda harcamaktan kaçınmak, ni'met sâhibine şükretmektir. Daha başka bir tâbirle kişi, sâhip olduğu her türlü kuvvet ve imkânın kendisine Allah tarafından verilmiş olduğunu bilmeli, bu kuvvet ve imkânları ni'met sâhibinin kullanılmasını istemediği mahallerde kullanmamalıdır. İşte kişinin böyle hareket edişi ni'met sâhibine şükürdür.
SORU: Şükreden mi, yoksa sabreden mi daha faziletlidir?
CEVAP: Bu hususta fikirler çeşitlidir. Fakat kanâatimce şükreden gerçekte sabır da ediyor demektir. Aynı şekilde, sabreden şükür de ediyor demektir. Çünkü şükreden kimse şüphesiz bir takım mihnetlerle karşılaşacak ve bunlara sabredecek, tahammülsüzlük göstermiyecek. Şükür, ni'met sâhibine isyâna engel olacak şekilde ona gösterilecek tâzîm demek olduğuna göre içinde bu mâna vardır. Mihnete tahammülsüzlük göstermek, ni'met sâhibine isyâna engel olacak tâzîmi ona göstermemek demektir. Böyle bir durumda ise kişi şükretmiş olmaz.
Sabır, sırf Allah'a tâzîm kasdıyle tahammülsüzlük göstermemek, yâni musibetlere tahammül etmek, ni'met sâhibine isyana engel olur. O halde musibetlere sabreden bu sabrıyle ni'mete de kavuşuyor demektir.
Şükreden, kendisini nankörlükten korumuş olur. Mâsıyetlere Kendini şükre sevkeder. İtâatll olmağa tahammül eder. Böylece aynı zamanda sabretmiş olur. Sabreden, Allah'a tâzîm eder. Bu tâzîm onu musibetlere tahammülsüzlükten men'eder. Sabra alışır, günah işlemez. Böylece aynı zamanda Allah'a şükretmiş olur. Çünkü küfrân-ı ni'metten sakınmak bir zahmettir ki ona tahammül eden şükretmiş olur. Bu açıklamalardan sonuç olarak diyebiliriz ki şükür ile sabır birbirinden ayrılmaz. Şükreden, aynı zamanda sabrediyor; sabreden de aynı zamanda şükrediyor demektir.
Ey saâdet yolcusu! Son geçit olan bu hamd ve şükür geçitinin fazileti çok, kıymeti büyüktür. Zahmeti de azdır. Burada iki esâsı bileceksin :
BİRİNCİ ESAS: Ni'met onun kadrini bilene verilir.
Ni'metin kadrini ise şükreden bilir. Bu gerçeği îmansızlardan söz eden bir âyet isbât etmektedir. Allah buyurur:
— Biz insanlardan kimini kimi ile —sırf Allah buldu buldu da aramızdan bunlara, bunların üzerine mi lûtfunu lâyık gördü? desinler diye — işte böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi? (8)
İmansızlar, ancak zengin olanların ve soylu kişilerin büyük ni'mete erişebileceklerini sanıyorlar ve fakirlerin, gariplerin mal - mülk sâhibi olmalarına tahammül edemiyerek :
- Allah bizim gibi soylu kişiler arasında bu garipleri mi ihsan etti? diyorlardı. Bunun üzerine Allah buyurdu:
— Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?
Bunun açıklaması şudur:
— Ben (Allah) ni'metimi, o ni'metin kadrini bilene veririm. Ni'metin kadrini ise ona cân-ü gönülden tâlip olanlar ve onu her şey'in üstünde tutanlar bilir. Onlar ni'metin tahsiline önem verip meşakkatine katlanırlar. Elde ettikten sonra da şükrederler, onu aziz bir emânet sayarlar. Bu gariplerin ve zayıfların ni'metimin kadrini bilecekleri ezelde benim mâlûmum idi. Onun için onlar bu ni'mete daha lâyıktırlar. Sizin zengin, soylu ve rütbeli olmanızın bir kıymeti yoktur. Benim yanımda soyluluğun bir değeri olamaz. Siz; soy, makam ve rütbeye değer veriyor; onlarla öğünüyorsunuz. Ben ise bunlara hiç kıymet vermem. Siz kendi hevâ-yi nefsinize uyuyorsunuz. Peygamberlerimin tebliğ ettiği dîni kabûl etmekte tereddüt ediyorsunuz. Demek ki sizin yanınızda benim dinim mühim bir şey değil. Halbuki sizin hakir gördüğünüz kişiler benim dinimi tereddütsüz kabûl ederler. Öğrenme zahmetine katlanırlar, yalnız benim hoşnutluğumu gözetirler. Dünyaya ve nefislerine tapmazlar. Tam bir teslimiyyetle ömür yolculuğunu bitirirler. Hayâtın bütün sıkıntılarına katlanırlar. Benim ni'metlerimin sevgisi onların gönüllerinde şekillenmiştir. Ömürlerini bu ni'meti elde etmek için harcarlar. Elde ettikten sonra da şükrünü edâ ederler. Bir ni'mete kendi ihlâslı çalışması neticesinde erişen kimse onun kadrini bilir. Ona hürmet eder.
Allah bâzı kişilere de ilim ve amel ni'meti verir. Bunlar, insanlar arasında en ârif olanlardır. Allah'ın verdiği bu ilim ve ibâdet ni'metine son derece hürmetlidirler. İlim tahsilinde büyük gayret gösterirler. Sâhip oldukları ilmin şükrünü yerine getirirler. Avam tabakasının gönlünde çok kere ilme-irfâna saygı yoktur. Ondan zevk almazlar. Eğer zevk alsalardı zamanlarının bir kısmını da ilim - irfan tahsiline ayırırlardı. Âlimin bâzan bir müşkili olur. Uzun müddet onun üzerinde düşünür, yorulur, zahmet çeker. Bir gün Allah'ın lûtfuyla o mes'eleyi hallederse bir hazine bulmuşcasına sevinir. Bâzan bu bir mes'elenin halli için beş-on yıl hattâ daha fazla bir zaman çalışır. Hiç bıkkınlık göstermez. Nihâyet Allah ona bu mes'eleyi çözer. İşte o anda âlim ni'metlerin en büyüğüne nail olmuştur. Kendini en zengin, en şerefli insan addeder. Aynı mes'eleyi kazâra avamdan biri veyâhut da tenbel bir muallim halletmiş olsa hiç haz duymaz. Yanında bu mes'ele konuşulsa sıkılır, uyumağa başlar. Buna karşılık kendisine birkaç kuruş sağlıyacak bir şeyden bahsetsen hemen gözü açılır. Sana dikkat kesilir. AIlah'a yönelenler ise bütün gayretlerini nefislerinin kötülük yapmasına engel olmaya sarfederler. Bu maksatla
Bâzı kimseler vardır, dindâr olduklarını söylerler veya öyle gözükürler. Fakat bir lokmalık menfaat mevzuubahis olduğu zaman iş değişir. O zaman dindarlıklarını, daha doğrusu dinlerini o bir lokmaya satarlar. Aynı kişiler sağa-sola çalakalem konuşurlar. Dinin yasak ettiği (mâlâyâni konuşmama) esâsına riâyet etmezler. Gene bu kişilerin Allah için bir saatlik uykudan vazgeçiverdikleri görülmez. Kazâra sâfiyâne bir ibâdet meclisinde bulunsalar bunun değerini takdir edemezler. Onlar için bu, büyük bir ni'met değil, basit bir şeydir. Hâsılı bu zümre, dinin esâsına giremez, görünüşle kendini avutur. Meselâ bir kaç kuruş kazandığı yahut bir elbiseye sâhip olduğu veyâhut da bir ziyâfette bulunup midesini doldurduğu zaman bir (elhamdü lillâh) çeker. İşte bu ham müslümanların din anlayışı! ... Dîni, bir libas hâline getiren bu gâfil ve sözde müslümanlar nerede, önceki parağrafta anlatılan gerçek müslümanlar nerede? İşte bu merasim müslümanları dînin esâsına nüfuz edemedikleri için, sâfiyâne ilim-ibâdet meclislerinden zevk alamıyorlar. Yâni bunlar sözde müslüman, fakat dînî ni'metlerden mahrum insanlar!. Bu durumda dinî ni'metler, bu iki zümrenin dinî esaslara verdikleri önem derecesine göre aralarında üleştirilmiş oluyor.
Bu yazdıklarımız, (Allah daha iyi bilen d
Saâdet yolcusu, sen temenni ettiğin hayırlı bir şeyden hiç bir zaman mahrum edilmezsin. Yâni hayırlı şey'i isterken samimî ve ihlâslı isen, mutlaka isteğine kavuşursun. Yeter ki nefsin araya bir kötü düşünce sokmasın. İstediğin hayırlı şey'i elde etmek için ihlâsla çalış. Sana verilmesine hak kazan. Verildikten sonra da şükret ki devamlı elinde kalsın.
İKİNCİ ESAS: Ni'met, onun kadrini bilmeyenlerden geri alınır. Ni'metin kadrini nankörler, onun şükrünü edâ etmiyenler bilmez.ü Allah buyurur:
— (Habibim) Onlara o kimsenin haberini de oku ki kendisine âyetlerimizi vermiştik de o, bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış, nihâyet azgınlardan olmuştu. Eğer dilesydik onu bu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı, hevâsına uydu. Artık onun sıfatı o köpeğin hâli gibidir ki üstüne varsan dilini uzatıp solur, yâhut kendi hâline bıraksan yine dilini uzatıp solur. İşte âyetlerimizi yalan sayanlar gürûhunun sıfatı budur. Artık sen (habibim) kıssayı onlara anlat. Belki iyice düşünürler. (10)
Bu âyetlerde anlatılmak istenen şudur:
— Biz (Allah) bu kula dînî sahada büyük ni'metler verdik. Bu sâyede büyük rütbelere yükseldi. Yüksek derecelere kavuştu, bizim yanımızda değeri arttı. Fakat o, bizim bu ni'metimizin kadrini bilmedi. Fânî ve hakir dünyaya meyletti. Hevâ-yı nefsini, bizim ulu ni'metlerimize tercih etti. Bütün dünyanın bile bizim en küçük bir ni'netimize denk olamıyacağını, nazarımızda sivrisineğin kanadı değerinde olmadığını takdir edemedi. O, bu hareketiyle, ikramla - hakareti, zilletle - şerefliliği ayırt edemez bir duruma düştü. Tıpkı, bütün ni'meti bir lokma ekmeğe veya bir parça kemiğe bağlıyan köpek gibi — ki onun nazarında kendisinin bir taht üzerinde veya pislik yığınında durdurulmasının hiç bir farkı yoktur. Mühim olan kendisine kemiğin verilip verilmemesidir.— İşte bu kulumuz da himmetsizlik etti, ni'metimizin kadrini bilmedi ve şükrünü edâ etmedi. Basîretsizlik etti. Bizim yükselttiğimiz makamda edepliliğini gösteremedi. Yüsek mertebeyi bırakıp alçak dünya hayâtına meyletti. Zilleti büyük saâdete tercih etti. Biz de ona siyâset nazarıyle bir bakış yaptık. Kendisini tutup adâlet meydanına getirdik. Ceberûtumuz hükmüyle emrettik. Bütün kerâmetimizi kendisinden geri aldık. Kendisinden ma'rifetimizi kaldırdık. Bizim verdiğimiz bütün yüksek huylar alınınca çırılçıplak oldu. Hiç bir meziyeti kalmadı. Sâhibi tarafından kovulmuş bir köpeğe veya lânete uğramış şeytana benzedi.
Allah'ın öfkesinden ve azâbından gene kendisine sığınırız. Zira o, merhametlilerin en yücesidir. Bizi böyle bir duruma düşmekten korusun.
Bir misâl daha:
Bir hükümdar düşünelim. Bu hükümdar hizmetçilerinden birisine hususî bir muâmele yapmış olsun, ona hususî elbiseler giydirsin, yanına alsın. Diğer hizmetçilerden üstün tutsun. Onun için ayrı bir yerde şahsına ait bir saray yaptırsın. Sarayı çeşitli ni'metler ve câriyelerle donatsın. Bunlara karşılık hükümdâra gündüzün sâdece bir saat hizmet edeceğini, diğer bütün zamanını kendisi için yapılan sarayda istediği gibi geçirebileceğini söylesin. Şimdi bu durumda olan hizmetçi bir gün hükümdârın yanında onun hizmetini görmekte olsun. O sırada
İşte âlimler ilimlerini; dünyalık mukabili sattıkları, âbidler hevâ-yi nefslerine uydukları zaman bu hizmetçi durumuna düşerler. Çünkü Allah onlara ilim vermiş, şeriatı ve şeriat hükümlerini öğretmiş, hazların en büyüğünü veren ibâdet ni'metini ihsân etmiştir. Böyle olduğu halde onlar bu ni'metin kadrini bilmezler, dünya sevgisini Allah sevgisinden üstün tutarlarsa en hakir duruma düşmüş olurlar. Allah kullarına muvaffakıyetler verir. Onları çeşitli musibetlerden korur. İbâdetler yaparak zînetlenmelerini sağlar. Çok kere onlara rahmet nazariyle bakar. Melekler bile Allah'ın kullarıyle övünür. Allah nezdinde şefâatçi olabilirler. Efendiler derecesine çıkarırlar. Öyle ki Allah'a yakardıkları zaman hemen yakarışlarına cevap verilir. İstediklerine kavuşturulurlar. Hatırlarından geçen bir şey'i dilleriyle söylemelerine lüzum kalmadan Allah verir.
Şimdi bu durumda olan insanlar bu ni'metlerin kadrini bilmeseler, geçici şehvetlerine ve dünya zevklerine dalsalar ne kadar alçalmış olurlar. Kaldı ki Allah'ın, kullarına ni'metleri yalnız bu dünyadakiler değildir. Âhiret hayatında da gene büyük ni'metleri vardır. Fakat Allah'ın emirlerini bir kenara itip de hevâ-yi nefsiyle hareket eden, yânı yaşayışını hevâ-yi nefsinin arzularına göre geçiren bir kimseden daha hakir, daha kötü bir yaratık tasavvur edilemez. Allah'tan dileriz ki bizi ıslah etsin.
Ey insan, Allah'ın ni'metierinin kadrini bilmek için bütün gayretini kullan. Onun ni'metlerini yerinde harca. Dünyaya asla iltifat etme. Rabbının gösterdiği temiz yolu bırakıp hevâ-yi nefsin yoluna gitmek, kâdir bilmezliğin en büyüğüdür. Bak Allah, peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed'e nasıl hitap ediyor:
— And olsun ki biz sana (her namazda) okunup tekrarlanan yedi âyeti (Fâtiha ve şu büyük Kur'anı verdik. Sakın o kâfirlerden bir takımlarına verip te kendilerini zevkIendirdiğimiz şey'e (mal ve servete) gözlerini uzatıp rağbetle bakma. Onların iman etmeyişlerine üzülme. Mü'minlere kanadını indir. (Onlara tevazu' göster, kendilerini himâyene al.) (11)
Bu âyetlerin açıklaması şudur:
Kur'an gibi bir kitâba sâhip olan kimse Allah'ın yolundan gitmeli. Dünyaya hırsla bağlanmak şurada dursun, ona en ufak bir meyil bile göstermemeli. Yâni Allah'ın kanunlarını ve ahlâk esaslarını bir kenara iterek hevâ-yi nefsinin peşine düşmemeli. Allah'ın verdiği ni'metlerin kadrini bilmek, şükrünü edâ etmek ve dolayısiyle âhiret hayâtını kazanmak çok büyük bir ni'mettir.
İbrâhim aleyhisselâm babası Âzar'e bu büyük ni'meti arz eyledi, kabûl ettiremedi. Aynı şekilde peygamberlerin büyüğü Hazret-i Muhammed, amcası Ebû Tâlib'e bu büyük ni'metleri arzeyledi, kabûl etmedi. Sözün kısası Allah'a itâat edip onun rızâsını kazanmak ve dolayısıyle âhiret saâdetini de elde etmek büyük ni'mettir. Bu ni'metin kadrini bilenler Allah'ın seçkin kullarıdır. Geçici dünya hayâtının ve zevklerinin ise Allah yanında hiç bir değeri yoktur. Bu dünya ni'metlerine kâfir de nâil olabilir, câhil de nâil olabilir, ahlâksız da, zındık da, münâflk da!..
Değersiz kişiler değersiz ni'metlere kavuşurlar. Bâzan, insanlıkta en yüksek dereceye yükselmiş birisi en basit bir dünya ni'metinden mahrum kalırken îmansızlar, câhiller ve ahlâksızlar bolluk içinde yüzerler. Nitekim Allah Hz. Mûsâ ile kardeşi Hârûn'a şöyle buyurdu :
— Eğer dileseydim sizi dünya ni'metleriyle öyle süslerdim ki Firavun gördüğü zaman kendi saltanatını unuturdu. Fakat dünyanın geçici zînetlerini size lâyık görmedim. Şefkatli bir adam, uyuzlu bir devenin çöktüğü yerden nasıl kendi devesini sakınırsa ben de seçkin kullarımı dünya zînetinden öylece sakınırım. Tâki geçici dünya zevklerine dalıp da değerlerini düşürmesinler.
— Eğer bütün insanlar küfre imrenecek bir tek ümmet hâline gelmiyecek olsalardı, o çok esirgeyen Allah'a evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının kapılarını ve üzerlerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık. (12)
Biraz önceki âyetlerle bu âyetler arasında fark vardır. Allah nazarında imansızlar, yaratıkların en hakîridir. Geçici dünya ni'metleri de ebedî saâdetler yanında ni'metlerin en değersizidir. Onun için en hakir kimse en değersiz ni'mete nâil olabilir. Hevâ-yi nefsine uymayanlar, sefil dünya hayâtı için Alllah konunlarını çiğnemiyenler ise ni'metlerin en büyüğü olan ebedî saâdete erişirler.
Bu mevzuda söylenecek şeyler o kadar çokdur ki, binlerce yaprak doldurulsa gene bitmez. Bununla beraber bizim yazacağımız bu binlerce yapraklık bilgi, sâdece denizden bir damla kadardır. Bak Allah, peygamberlerin büyüğü Hz. Muhammed'e ne buyuruyor:
— İşte biz sana da habibim böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki vahiyden önce sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidâyet veririz. Şüphesiz ki sen her halde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. (12 - a)
— Üzerinde Allah'ın lûtfu ve rahmeti olmasaydı onlardan bir zümre muhakkak seni bile hükümde şaşırtmayı kurmuştu. Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Ve sana hiç bir şeyden zarar da yapamazlar. Nasıl yapılabilir ki, Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi. Evvelce bilmediklerini sana öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lûtfu çok büyüktür. (13)
Allah bir kabile topluluğuna şöyle buyurdu:
— Onlar İslâma girdiklerini senin başına kakıyorlar. Onlara de ki: «Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bil'akis sizi îmâna muvaffak ettiği için size AIlah minnet eder, eğer siz (inandık) demenizde sâdık insanlarsanız» (14)
Bir gün Peygamberimizin huzûrunda birisi:
— Allah'a hamdolsun beni müslüman yarattı, der.
Peygamberimiz bunu duyunca şöyle söyler:
— Rabbının senin üzerine olan büyük ni'metine şükrettin.
Yâkub aleyhisselâm oğlu Yûsuf'dan haber getiren zâta sorar:
— Yûsuf hangi dindedir?
Haberci :
— İslâm dîninde.
— Şimdi ni'met tamam oldu.
Derler ki :
— Allah yanında, kişinin, (Rabbim beni müslüman yarattı. Birçok ni'metler verdi.) diyerek ni'metin kadrini bilmesi kadar iyi bir şey yoktur.
Ey kardeşim! Sen de müslüman yaratılışının şükrünü edâ etmeli, Allah yolundan çıkmamalısın. Bununla beraber âkıbetini de düşünmelisin. Müslümanlığına mağrur olmamalısın. Çünkü kişinin âklbetinin ne olacağı belli olmaz. Mühim olan âkibettir.
Süfyan Sevrî der ki:
— Âkıbetinden emin olanın ârifliği silinir.
Bir büyüğümüz şöyle söylerdi :
— İmansızların ebedî azap çekeceklerini duyduğun zaman sen de sakın. Hiç bir zaman emin olma. Zira kimin sonunun ne olacağı belli olmaz.
Hz. Ali der ki:
— Nice kişiler vardır ki nâil oldukları ni'met onları aldatır, sapıtır. Nice kişiler vardır ki kendileri hakkında söylenen iyi sözler onları fitneye götürür. Gene niceleri vardır ki günahlarının gizli olmasına mağrur olurlar.
Zünnüna sorarlar:
— İnsan en çok neye mağrur olur, ne yüzünden en çok aldanır?
Cevap verir :
— Nâil olduğu ni'metlere mağrur olur. En çok onlar yüzünden aldanır.
Zünnûn sonra şu âyeti okur:
— Artık bu sözü yalan sayanları bana bırak. Biz onları, kendilerinin bilemiyecekleri bir cihetten
Ehl-i mârifet bu âyeü şöyle açıklar:
- Çok ni'met verir. Kişi ni'metin bolluğuna mağrur olarak şükrünü unutur.
Ni'metin bolluğu, şükrünü unutturur. Bol ni'met içinde şükür vazifesini ifâ etmek güçtür. Ni'met bollaştıkça şükretmek zorlaşır. Dereceleri yüksek olanların mâruz kaldıkları tehlikeler de büyüktür. O halde bulunulan dereceyi muhafaza etmek için niyaz etmek, şükrü bırakmamak, gaflet göstermemek ve âkıbetten emin olmamak gerekir. İbrahim Edhem der ki:
— Biz âkıbetten nasıl emin olabiliriz ki İbrahim aleyhisselâm (Rabbim! Bu Mekke diyarını korkulardan emin kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!) (15) diyor. Ayni şekilde Yûsuf aleyhisselâm da (Beni müslim olarak vefat ettir ve beni sâlihler topluluğuna kat!) (16) diye rabbına yakarıyor.
Süfyan Sevrî, sanki batmak üzere olan bir gemideymiş gibi sık sık (Allah'ım, kurtar kurtar!) demekten geri kalmazdı.
Muhammed İbni Yûsuf anlatır:
— Bir gün Süfyan Sevrî'nin sabaha kadar ağladığını gördüm. (Günahlara mı ağlıyorsunuz?) dedim. (Hayır, benim ağladığımın yanında günahların bir saman çöpü kadar değeri yoktur. Ben, son nefeste îmansız gitme korkusuna ağlıyorum.) dedi.
Anlatırlar ki, peygamberlerden biri Allah'a sorar :
- Ey Rabbım! Bunca ni'met ve kerâmet verdikten sonra Bel'am İbni Bâûrâ'nın son nefeste îmansız gitmesine sebep nedir?
Allah buyurur:
- Verdiğim bunca ni'metlere bir def'acık olsun şükretmedi. Eğer bir kerecik şükretmiş olsaydı îmansız gitmezdi.
Uyan ey kişi! Şükür vazifeni yap. Allah'ın ni'metlerine hamdet. Ni'metlerin en büyüğü İslâmiyettir, ma'rifetullahttır. En küçüğü ise meselâ mâlâyâni sözden korunmaktır. Bu ni'metlerin şükrünü edâ edersen umulur ki Allah sana olan ni'metini tamamlar. Son nefeste îmansız gitme felâketinden korur. Çünkü en acı ve en güç şey, sevildikten sonra düşmek, yakınlıktan sonra kovulmak ve vuslattan sonra ayrılıktır. Allah sana İslâm’ı nasip ettiğine göre şimdi onun yanında îtibar sâhibisin, ona yakınsın, Rabbına kavuşmuş durumdasın. Eğer ni'metlerine şükretmezsen bu itibardan düşebilir, onun kapısından kovulabilir ve ondan ayrı düşebilirsin Merhametlilerin merhametlisi Allah'tan dileriz, bizi kendisinden uzaklaştırmasın!
Sözün kısası bu yedi tehlikeli mıntıkayı geçtikten sonra, sayamıyacağın ve vehminin alamıyacağı kadar olan ni'metleri düşünürsen gerçek ilme ulaşırsın. Basîretin açılır, günahlardan temizlenirsin. Bütün engelleri tepeler, zafere erersin. Artık senin için nice güzel hasletler, nice yüksek mertebeler hâsıl olur. Önce basiretin açılır. Sonra Allah'a yaklaşırsın. Eğer dilinle bu sayısız ni'metin şükrünü yapar, kalbinle Allah'a muhabbet eder ve bedeninle ibâdetleri Îfâ edersen, bu hareketin seninle günahlar arasında bir sed olur. Kusurlarını da îtiraf etmekle beraber gücün yettiği kadar Allah'a karşı olan vazifelerini yapar benliği bırakırsın. Her hangi bir sûretle şükür vazifende gaflet eylesen veya amellerde gevşeklik göstersen tekrar Allah'a yönelir, ona niyâz eder, dersin ki, (Ey Allahım! Ey Rabbim! Nasıl önceden lâyık değilken sen lûtfettin, senin yolunda olmayı öğrettinse; şimdi de gene lâyık olmadığım halde lütfet, ni'metini tamamla. Beni İslâmdan - imandan ayırma!) Daha sonra; hidâyet tâcını giydikleri, Allah'ı tanıma zevkini taddıkları halde gene sonunda îtibardan düşme ve kapıdan kovulma korkusuyla münâcâatı bırakmıyan ERENLERİN nidâsiyle söyle:
— Rabbımız, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi saptırma. Tarafından bize bir rahmet ihsân et! Şüphesiz ki sen, çok çok bağışlayansın. (17)
Bu âyeti bir münâcaat olarak kullanan ermişler, kanâatimce şöyle demiş oluyorlar:
- Ey Rabbımız! Sen bize nice ni'metler verdin. Fakat biz daha başka ni'metler de isteriz. Sen cömertsin, ihsânı seversin. Bize başında ihsân ettiğin gibi sonunda da ihsân et. Sonumuzu hayırla tamamla. Üzerimize rahmet et, îmansız bırakma!
Ey insan! Görmüyor musun, Allah'ın, mahlûkâtı arasında seçkin kulları olan müslümanlara ilk öğrettiği duâ :
— Bizi doğru yola ilet! (18) cümlesidir.
Bu, (bizi doğru yolda sebât ettir, doğru yoldan ayırma) demektir. Çünkü tehlike büyüktür.
Derler ki, musibetler beş kısımdır:
1 — Gurbette hastalanmak,
2 — İhtiyarlıkta fakir düşmek,
1- Genç iken ölmek,
1- Önceden görürken sonra kör olmak,
2- Malûm iken meçhul olmak.
Bundan daha güzel bir söz şudur:
- Ayrıldığın her şey için bir bedel, bir karşılık vardır. Fakat Allah'tan ayrıldığın zaman bir bedel yoktur.
Eğer dünya, kişiyi dininden etmediyse o kimse kazançlıdır. Dünyada nâil olamadığı diğer şeyler sebebiyle zarara uğramış sayılmaz.
Saâdet yolcusu! Bu tehlikeli geçitleri geçerek üzerinde olan şükür vazifesini de yerine getirirsen, Allah sana muvaffakıyet verir, güç verir. Umduğundan daha çok ni'metle seni ni'metlendirir. Doğruluk ve ni'metin artması gibi iki büyük hazineye kavuşursun. Şimdiye kadar nâil olduğun ni'metler hiç bir zaman geri alınmadığı gibi üstelik daha da artar. Yeni nâil olduğun ni'metler de asla zâil olmaz. Artık sen bu andan îtibaren âriflerden, âlimlerden ve ilmi ile âmil olanlardansın. Ahlâkın temizdir, dünyanın fazilet timsâli kişilerindensin. Allah'ın yolundasın. Nefsine uymazsın. İçin - dışın birdir ve temizdir. Aldatıcı uzun emeller peşinde koşmazsın. Herkese iyiyi doğruyu gösterirsin. Alçak gönüllüsün. Allah'tan korkarsın. Tevekkül sâhibisin, takdire râzı olur, musibetlere sabredersin. Hem Allah'tan korkar, hem de rahmetinden ümidini kesmezsin. İhlâs sâhibisin. Yaptığın her ibâdeti, her iyiliği yalnız Allah için yaparsın? Allah'ın, üzerinde minnet hakkı olduğunu unutmazsın. Âlemlerin rabbi Allah'ın sayısız ni'metlerine şükredersin! .. Ve, bütün bu hasletlerinden dolayı Allah'ın iltifâtına mazhar olursun! Muvaffakıyet yalnız Allah'tandır.
SORU: Bu açıklamalarınıza göre bu yol çok güç. Bu
CEVAP: Allah da böyle buyuruyor:
— Kullarımdan hakkıyle şükreden arınır. (19)
- İnsanların birçoğu şükretmezler — Akıl etmezler — bilmezler. (20)
Bununla beraber, kişi çalışır gayret ederse Allah kolaylık verir. Kişiye çalışmak ve gayret etmek düşer; AIlah'a ise hidâyet vermek, muvaffakıyet vermek!.. Nitekim buyurur:
— Bizim uğrumuzda çalışıp mücâhede edenlere gelince, biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesap iz ki Allah her halde iyilik erbâbiyle beraberdir. (21)
Âciz insan o acziyle üzerine düşeni, kudreti yettiği kadar yapsın da, Allah ona muvaffakıyet vermesin! Olacak şey mi? Sen; kudreti sonsuz, hiç bir şey'e muhtaç olmıyan fakat her varlığın imdâdına yetişen, cömertliğine ve merhametine hudut tâyin edilemiyen Rabbını ne sanıyorsun ?
SORU: Ömürler kısadır. Şimdiye kadar açıkladığınız geçitler uzun, ayni zamanda meşakkatlidir. Ömür bu kadar uzun geçitleri nasıl geçsin ve bu şartları nasıl tamamlasın?
CEVAP: Geçitler uzun, geçiş güç olabilir. Fakat unutmamalıdır ki Allah istediği güzide kullarına uzakları yakın eder, zorlukları kolaylaştırır. Öyle ki kişi sonunda, (hedefim ne yakınmış, yol ne kısaymış, bu yolları geçmek ne kolaymış!) der. Bu gerçeği kavradığım zaman ben şöyle demiştim:
— Arayana, hedefe götüren yol açık. Fakat bakıyoyum ki kalbler kör, basiretleri kapanmış. Kocaman yolu göremiyorlar. Kurtuluş imkânı her an varken sapıtıp felâkete düşenlere şaşarım !
Kullar, gâyelerine ve çalışmalarına göre bu geçitleri farklı zamanlarda geçerek hedeflerine ulaşırlar. Bâzıları yetmiş senede ulaşabilir. Bâzıları yirmi senede, bâzıları on, bâzıları bir senede!.. Bir ayda, bir günde, bir saatte!.. Hattâ Allah'ın hususî bir inâyeti ve tevfikiyle bir lâhzada ulaşanlar da vardır. Kur'anda mevzuubâhis edilen Ashâb-ı Kehf hâdisesini hiç düşünmedin mi? Hükümdarları Dakyanus'ta şirk emâresini görünce ona karşı geldiler.
Dediler:
— Bizim Rabbımız bütün göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına tanrı demeyiz. Eğer o halde, yemin olsun hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz Allah'tan başka tanrı edindiler. Bunların üzerine bâri açık bir bürhan getirselerdi ya. Artık Allah'a karşı yalan yere iftirâ edenden daha zâlim kimdir. (Ashâb-ı Kehf böyle) dedikleri zaman onların kalblerini sabır ve sebat ile Hakka bağlamıştık. (22)
İşte Ashâb-ı Kehf, hükümdarlarına yukarıdaki sözleri söyledikleri anda kalbleri Allah tarafından mârifet nûruyla dolduruluvermiş ve bir lâhzada uzun yolu geçerek hedefe gelivermişlerdi. Birbirlerine şöyle dediler:
— Mâdemki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki, Rabbınız size rahmetinden genişlik versin. İşinizden de fayda hazırlasın. (23)
Gene Kur'anda sözü geçen, Fir'avunun sihirbazları
— Âlemlerin rabbına, Mûsâ ve Hârûn'un rabbına iman ettik! dediler. (24)
Bu îman bir lâhzada oldu. Aniden basiretleri açıldı. Doğru yolu buldular ve hedefe ulaştılar. Allah'ı tanıyıp, takdirine rızâ gösterenlerden; musibetlere sabredenlerden; şükredenlerden ve Allah'a kavuşmayı şiddetle arzulayan kişilerden oldular. Fir'avunun tehditleri karşısında şu sözleri onların birden yukarıda sayılan vasıfları kazandıklarını gösterir:
— Bunda bize hiç bir zarar yok. Biz ki rabbımıza dönücüleriz. (25)
İbrâhim İbni Ethem'in kıssası malûm!.. Hükümdar idi. Hükümdarlığı bıraktı. Allah'ın has kullarından olmak dileğiyle yollara düştü. Bunda o kadar samimî ve ihlâslı idi ki Belh'ten Merv'e gelinceye kadar mânen çok büyük mesâfe kat'etti. Merv şehrine girerken bir adamın köprüden düşmekte olduğunu gördü. (Dur!) demesiyle adam havada asılı kaldı. Sonra oradan kolaylıkla kurtardılar.
Râbia-i Adviye yaşlanmış bir câriye idi. Basra'ya satılmak üzere getirilmişti. Fakat yaşlı olduğu için kimse almak istemedi. Nihâyet bir kısım tüccar ona acıdılar. Yüz dirheme satın alarak serbest bıraktılar. Câriyelikten kurtardılar. Râbia Allah yoluna sülûk etti. Bir sene geçmeden ilim - irfanda o derece ilerledi ki Basra’nın ünlü âlimleri onun ziyâretine gelip fikir danışmağa başladılar.
Buraya kadar verdiğimiz misâller gösteriyor ki, aşılması güç gib görünen bu geçitler asımda hiç de güç değildir. Allah'ın tevfik ve hidâyeti yetişince bir anda da hedefe ulaşılabilir. Fakat çalışıp gayret etmeyen ve AIlah'ın hidâyetine nâil olamıyanlar için bu geçitlerin bir tanesini bile yetmiş senede geçmek zordur. Onlar bu bir geçitte saplanıp kalırlar. Sonunda (Bu yol ne karanlık, aşılması ne güç!) diye âh-u zâr ederler. Her şey bir esâsa dayanır. Bu, Allah'ın takdiridir.
SORU : Allah'ın hidâyetine nâil olan da olmıyan da kullukta müşterek değil mi? Neden birisi Allah'ın tevfik ve hidâyetine mazhar oluyor da, diğeri olamıyor?
CEVAP: Böyle bir soru ânında sanki Allah cânibinden şöyle bir nidâ geliyor:
- Ey kişi, edepli ol! Kulluk nedir, Rubûbiyet nedir, iyi öğren. Allah mutlak hâkimdir. İşlediğinden sorulamaz. Fakat yaratıkları sorulabilir.
Dünyada insanlardan bâzılarının birden hidâyete ermesi, bâzılarının ise uzun bir zaman sonra doğruyu bulması ve nihâyet bir kısmının yolda kalması, âhiretteki sırat mes'elesine benzer. Sırat köprüsünü bir kısmı yıldırım hızıyle, bir kısmı rüzgâr hızıyle, kimisi koşucu bir at hızıyle, kimisi kuş uçuşu hızıyle, kimisi yürüyerek geçer. Bâzıları da geçmeye muvaffak olamaz. Azab girdâbına düşer veya düşürülür.
İşte dünya da böyledir. Kimisi çalışır, gayret eder. Allah'ın tevfikiyle çabucak doğru yolu bulur. Kimisi tembellik eder, Allah'ın hidâyeti erişmez. Doğruyu bulamaz.
Bunlar iki yoldur:
1 — Dünya yolu,
2 — Âhiret yolu.
AHİRET YOLU (Sırat köprüsü) nefsler içindir.
DÜNYA YOLU kalbler içindir. Basiretli olanlar bu her iki yolun korkularını görebilirler. İnsanlar AHİRET YOLU'nda (sırat köprüsünde) DÜNYA YOLU’ndaki durumlarına göre yer alırlar.
(1) Ra'd Süresi, âyet: 11
(2) Nahl Süresi, ayet: 112
(3) Nisâ Süresi, âyet: 147
(4) İbrâhim Süresi, âyet: 7
(5) Muhammed Sûresi, âyet: 17
(6) Ankebût Süresi, âyet: 69
(7 )İbrâhim Süresi, ayet: 34
(8) En'am Süresi, ayet: 53
(9) En'am âyet: 53
(10) A'raf Süresi, âyet: 175-176
(11) Hıcr Süresi, âyet: 87-88
(12) Zuhruf Süresi, âyei: 33 - 31
(12 - a) Şûrâ Süresi, âyet: 52
(13) Nisâ Sûresi, âyet: 113
(14) Hucürât Süresi, âyet: 17
(14 a) Kalem Süresi, âyet: 44
(15) İbrâhim Sûresi, âyet: 35
(16) Yüsuf Süresi, âyet: 101
(17) İmran Süresi, âyet: 8
(18) Fâtiha Süresi, âyet: 6
(19) Sebe' Süresi, âyet: 13
(20) Kur'anda muhtelif yerlerde.
(21) Ankebût Sûresi, âyet: 69
(22) Kehf Sûresi, âyet: 14-15
(23) Kehf Süresi, ayet: 16
(24) A'raf Süresi, ayet: 21
(25) Şuara Süresi, âyet: 50
Abidler Yolu, İmam-ı Gazali
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder