7 Şubat 2021 Pazar

Rızık ve Geçim Derdi

Bunun tek çaresi TEVEKKÜL'dür. Gerçekten gerek rızk, gerekse diğer ihtiyaçlar hususunda tevekkül etmek İki büyük fayda sağlar:

TEVEKKÜLÜN BİRİNCİ FAYDASI: İbâdet ve diua etmeyen kimse gece - gündüz harîsâne bir şekilde maîşet kaygusundadır. Bütün zamânı, ya fiilen çalışmakla veya (şunu yapayım - bunu yapayım, şöyle kazanayım böyle kazanayım) gibi düşünce ve vesveselerle geçer. Ne bedenen, ne de kalben ibâdet edecek zamanı yoktur. Halbuki ibâdet kalb ve beden sükûnetiyle olur.

Yâni ibâdetin makbûl sayılabilmesi için, o anda hem beden, hem de kalb başka bir şeyle meşgul olmamalıdır. Bu ise ancak tevekkül sâhipleri için mümkündür. Maîşet hususunda kalblerine tevekkülü yerleştiremiyenler, dâima tereddüt hâlindedir, hakkıyle ibâdet edemezler. Bunların ne dünyası, ne de âhireti mâmurdur. Üstâdımız Ebû Ahmed'in,

(dünyada iki kişi muvaffak olabilir:

I) Tevekkül eden,

2) Gözü pek olan.) dediğini çok işitmişimdir. Bunun açıklaması şudur:

— Gözü pek olan korkusuzca işine girişir. Kuvvetine güvenir. Kendisini zayıflatacak veya hedefine ulaşmasını önliyecek hiç bir engel tanımaz. Böylece kuvvet ve şecâatiyle gâyesine erişir. Tevekkül sâhibi de kendi kuvvet ve basiretiyle işe girişmekle beraber, Allah'ın vaad ve irâdesini de göz önünde bulundurur. Başarı için onun irâdesinin gerekliliğine inanır. Bu kuvvet ve inançla yola koyulur. Hiç bir engel tamaz. Hedefine ulaşır. 

İrâdesini bir hususa bağlıyamıyan kimse, dâima tereddüt halindedir. Ne tevekkül ederek ibâdetini yapabilir, ne de fütursuzluk göstererek dünya işlerinde muvaffak olabilir. Onun, sâhibinden yem bekliyen damdaki bir eşekten veya kafesteki bir kuştan farkı yoktur. O büyük ve hayırlı işlere girişecek irâde ve himmetten mahrumdur. Böyle bir şeyle teşebbüs etse bile yolda kalır, başarısızlığa uğrar. Dünyayı çok seven ehl-i himmet ve gayret olanların mal, can ve evlât sevgisini kalblerinden çıkarmadıkça muvaffak olamadıkları görülüyor. Meselâ hükümdarlar ve kumandanlar mülk kazanmak ve makamlarında kalabilmek için düşmanlarına harp açarlar, göğüs göğüse çarpışırlar. Sonunda ya canlarından olurlar veya zafere ulaşırlar. Demek ki zafere ulaşmak için can sevgisini bir kenara atmaları lâzımdır. Ticaret ehli, büyük kazançlar sağlamak için malları, canlarını tehlikeye atarak karada - denizde şarkı - garbı dolaşırlar.

Bunların iradeleri iki şey'e saplanmıştır. Ya ölüm, ya büyük kazanç. Çoğunlukla sonuç başarılıdır. Çünkü azim sâhibidirler. Çarşı - pazar ehlini teşkil eden küçük esnaf umumiyetle mal, can ve evlât sevgisinden kurtulamaz. Bunların ömrü evi ile dükkânı arasında geçer. Ne hükümdarlar gibi yüksek mertebelere, ne de büyük tüccarlar gibi büyük kazançlara erişebilirler. Günlük bir kaç kuruşluk kazanç onlar için çoktur bile. İşte mal, can evlât bağından kurtulamıyan ve irâdelerini ancak küçük bir şeye bağlıyan bu kimseler, büyük işlerde muvaffak olamazlar.

Dünya işlerinde bâzı şeylerden alâkayı kesip irâdeyi bir şey'e teksif etmedikçe nasıl başarı olmuyorsa, âhiret işlerinde de olmaz. Ehl-i âhiretin, yâni dünya hayâtından sonraki yaşayışı düşünenlerin sermâyesi tevekkül ve ibâdete engel olan şeyleri sevmekten kalbi korumakr. Maişet hususunda tevekkül edebilenler, ibâdet etme fırsatını bulabilir, yer yüzünde de korkusuzca dolaşabilirler. Onlar, Allah'ın kuvvetli kulları, dînin temsilcileri, hür kişiler ve yeryüzünün sultanlarıdır. Diledikleri yere giderler, diledikleri verde otururlar. İlmî ve amelî diledikleri büyük şeyleri yaparlar. Hiç bir engel görmezler.

Onlar için her yer birdir. Zaman farkı yoktur. Peygamberimiz bu gerçeğe şu hadisleriyle işâret buyurur:

— İnsanların en kuvvetlisi olmak istiyen Allah'a tevekkül etsin. Allah yanında en sevimli olmak istiyen TAKVA sâhibi olsun. En zengin olmak istiyen kendi elindekinden çok Allah'ın yanındakine itimad etsin.

Süleyman Havvas şöyle der:

- Bir kimse hakikaten Allah'a tevekkül etse hükümdarlar bile ona muhtac olur. Nasıl muhtac olmasın ki onun efendisi olan Allah'a herkes muhtaçdır.

İbrahim Havvas anlatır:

Bir gün çölde bir genç gördüm. Sanki bir gümüş parçasıydı. Dedim:

— Nereye delikanlı?

Dedi :

— Mekke'ye.

Dedim :

—  Azıksız ve binitsiz olarak mı?

Dedi:

- Ey Allah'a itimadı zayıf olan adam. Gökleri ve yeri idâreye kudreti olan rabbım azıksız ve binitsiz beni Mekke'ye götüremez mi?

Mekke'ye vardığımda onu orada gördüm. Tavaf ediyor ve şöyle diyordu :

— Ey nefsim, ebedî seyâhat et. Allah'tan başka kimseyi sevme.

Beni görünce, «Ey ihtiyar! » dedi. «Ağın ve bineğin vardı. Niçin benden geriye kaldın?»

Ebû Mutî ile Hâtem Esam konuşurlar:

Ebü Muti:

-  İşittiğime göre siz azıksız diyar diyar gezermişsiniz ?

Hâtem Esam:

- Benim azığım dört şeydir.

Muti:

-  Nedir onlar?

Hâtem Esham:

1 — Dünya ve âhireti Allah'ın memleketi olarak görürüm.

2 — Bütün mahlûkatı onun kulları olarak tanırım,

3 — Bütün rızıkların ve rızka sebep olan şeylerin Allah'ın kudret elinden geçtiğine inanırım.

4 — Mülk sâhibinin, kendi mülkünde hükmünün geçtiğini kabûl ederim.

«AlIah'ın seçkin kulları râhat ve huzûr içindedir. Hiç dünya sıkıntısı çekmezler. Onları gördüğünde sanki yer yüzünün sultanları görürsün. Yüzleri sevinçlidir!» diyen ne güzel söylemiş.

TEVEKKÜLÜN İKİNCİ FAYDASI: Kişinin maişet hususunsa tevekkül etmemesi tehlikelidir. Kur'anda buyurulur:

— Allah sizi yarattı, sonra rızıklandırdı.

Bu âyet, rızkın yalz Allah 'dan olduğuna delâlet eder. Fakat yaratan, yalnız bununla yetinmiyor:

— Şüphesiz rızkı veren, o çok çetin kuvvet sâhibi Allah'ın kendisidir (1) âyetiyle rızkı va'dediyor. Onun, «Yerde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'ın üzerine olmasın.» (2) âyetiyle yarattıklarının maişetini tekeffül ettiğini; «Göğün ve yerin rabbına yemin olsun ki va'dolunduğunuz o şeyler tıpkı sizin konuşmaz gibi kat'î ve gerçektir.» (3) âyetiyle de rızıkları sâhipleri arasında üleştirdiğini görüyoruz. Nihayet rabbımız, «ÖImek şânından olmayan Allah'a dayan.» (4), «Eğer inanıyorsanız, Allah'a tevekkül ediniz » buyurmakla 'bize tevekkül etmemizi maişet hususunda yalmz kendisine güvenmemizi emrediyor.

Allah'ın verdiği söze itibar etmiyen; onun va'diyle yetinmeyen; te'minâtına güvenmiyen; yeminine inanmıyan, emirlerine ve korkutmalarına aldırmıyan kimsenin hâli nice olur? Bu hareketi, o kişinin üzerine çok mihnetler doğurur. Allah hakkı için, bu gerçekten büyük bir musibettir. Allah Resûlü bir ara sahâbeden İbni Ömer'e şöyle buyurur :

-  Allah'ın, maişet hususundaki teminâtına tam inanmayıp da bir senelik rızk kaygusuna düşenlerin arasında kalsan nice olursun?

Hasan Basri'nin şöyle dediği söylenir:

— Rabbının yeminle haber verdiği bir şeyde onu tasdik etmiyene Allah lânet etsin.

 Rivâyete göre, (Göğün ve yerin rabbına yemin olsun ki va'dolunduğunuz o şeyler tıpkı sizin konuşmanız gibi hak ve gerçektir.) (5) âyeti nâzil olduğu zaman melekler şöyle der:

- Ölsün o insanlar ki Allah'ı öfkelendirdiler. O da rızıkları tekeffül ettiğine yemin eyledi.

Rivâyete göre Üveys Karanî, (Allah'ı tasdik etmedikçe ona göklerde ve yerde yaşıyanlan ibâdeti kadar ibâdet etsen kabûl olunmaz.) der. (Allah'ı tasdik nasıl olur?) diye sorarlar. (O'nun, rızkı tekeffül ettiğine emin olmak ve vücûdu ibâdet etmeğe müsâit bir hâle getirmekle) cevabını verir.

Herem İbni Hayyan İle Uveys Karani konuşurlar:

Herem :

— İkâmet etmek için bana bir yer söyler misiniz?

Üveys :

Şam.

Herem :

- Orada geçim işleri nasıl ?

Üveys:

— Maişet hususunda tevekkülsüz kalblere öğüt fayda vermez.

Bir gün, ölülerin kefenlerini soyan bir günahkâr, tevbe etmek üzere Bâyezîd-i Bestâmî'ye gelir. Bestâmî günahkâra bu işi nasıl yaptığı ve neler gördüğünü sorar. Kefen soyucu, bin kişinin kefenini soyduğunu fakat bunlardan iki tanesi hariç hepsini yüzleri kıbleden çevrilmiş olarak bulduğunu söyler. Bunun üzerine Bestâmî: ( Rızk hususunda tevekkül edemeyişleri, onların yüzünü kıbleden çevirmiştir.) der.

Bana bir dostum anlatmıştı. Takvâ sâhibi olan bürisine, (îmanınızdan emin misiniz?) diye sormuş. O da, (yalnız rızk hususunda tevekkül edenler îmanından emin bilirler.) cevabını vermiş.

Allah'tan bizi doğru yola götürmesini ve içinde bulunduğumuz isyankâr hâlimizden dolayı cezalandırmamasını dileriz.

SORU: Tevekkülün hakikî mânâsı ve hükmü nedir? Rızk hususunda tevekkül nasıl olur?

CEVAP: Bunun anlaşılması için:

1- TEVEKKÜL kelimesinin ne mânâya geldiğini,

2- Nerelerde tevekkül edilmesi gerektiğini,

3 - Tevekkülün târifini.

4- Tevekküle vesile olan şeylerin neler olduğunu açıklıyalım.

TEVEKKÜL kelimesi VEKÂLET aslından gelir. Vekâlet, birisini vekil yaparak işini ona bırakmak, demektir. VEKİL, o kimsenin işini görür, yoluna koyar. Bu işin görülmesinde iş sâhibi hiç bir zahmet çekmez.

Rızk hususunda üç yerde tevekkül lâzımdır:

a ) Rızkın taksimâtında. Allah yarattıklarının azıklarını ezelde tâyin etmiştir. Kısmet sonradan değişmez. Ne ise odur. İşte kişinin bu esasa uyması, Allah'ın taksimine îtimad etmesi gerekir.

b) Allah'ın yardımının yetişeceğine. Kişi Allah yolunda olursa, rızk tedârikinde onun yardımına mazhar olur. Bu esasa yâni Allah'ın yardımına mazhar olunacağına itimad etmek yâni tevekkül etmek lâzımdır. Allah buyurur :

- Bir defa azmedince artık Allah'a güven. (6)

- Ey edenler, siz Allah'ın dinine, onan peygamberine yardım o da size yardım eder. (7)

— Mü'minlere yardım etmek üzerimize haktır. (8)

c) Kişinin rızıksız bırakılmıyacağına. Allah, tevekkül eden kulunun rızkmı tekeffül etmektedir:

— Kim Allah'a güvenirse o, ona yetişir. (9)

Peygamberimiz buyurur:

— Eğer Allah'a hakkıyle tevbe etseydiniz, sabah aç kalkıp akşam tok dönen kuşlar gibi sizi rızıklandırırdı.

Bu üçüncü şık tevekkül şer'an ve aklen farzdır. Tevekkül denince çoğunlukla bu hâtıra gelir. Rızkın kısımlarını söylersek bu husus daha iyi anlaşılır. Rızk dört kımdır :

a) Vücûdun kıvâmına yetecek miktarda olan rızıklar: Allah bu miktar rızkı kuluna mutlaka verir. Bu miktar rızıkta kişinin tevekkül etmesi farzdır. Allah kullarına bâzı mükellefiyetler yüklemiştir. Bunlar bedenle yapılır. O halde, bedenin varlığını ayakta tutacak kadar rızkı Allah tekeffül eder. Bâzıları bu hususta şöyle güzel bir söz söyler.

-  Allah, üç sebepten dolayı ölmiyecek miktarda rızkı tekeffül eder.

Birinci sebep: Allah efendidir, biz ise O'nun kuluyuz. Kula, efendisine hizmet etmek yaraştığı gibi efendisine de kulunun ihtiyaç miktarı rızkını vermesi gerekir:

İkinci sebep: Allah bizi muhtaç olarak yaratmıştır. Neyin bizim rızkımız olduğunu, neyin olmadığını. Nerede ve ne zaman ele geçireceğimizi bilmeyiz. O halde efendimizin, ihtiyaç miktarı rızka bizi ulaştırması gerekir.

Üçüncü sebep: Allah kullarına birçok mükellefiyetler yüklemiştir. Rızkı koşulacak olursa bu mükellefiyetler yapılamaz. O halde ihtiyaç miktarı rızkın Allah tarafından verilmesi vâcibdir. İlk bakışta doğru gibi görünen bu sözler, rubûbiyyetin sırrına vâkıf olamıyanların düşünceleridir ve hatâlıdır. (Kullarının rızkı vermek Allah'ın üzerine vâcibdir) demek saçmalamaktan başka bir şey değildir.

b) Ezelde kullar arasında üleştirilen rızklar: Bunlar, kişinin her türlü yiyeceği, içeceği ve giyeceği şeylerdir. Ezelde taksim edilerek muayyen zamanda, muayyen

miktarda verileceğine dair Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Ne artar, ne eksilir. Ne zamanından önce verilir, ne de sonra. Tam zamanda verilir. Nitekim Peygamberimiz buyurur:

— Rızklar ezelde taksim edilmiştir. Ne takvâ sâhibinin takvasından dolayı rızkı artırılır, ne de kötü kişinin kötülüğü yüzünden eksiltilir.

c) Kulun kendisinin mâlik olması veya muhtaçlara vermesi için Allah'ın ihsân ettiği dünya malları.

d) Takvâ sâhibi olmaları şartıyle Allah'ın kullarına va'dettiği rızıklar.) Allah buyurur:

— Kim Allah'tan korkarsa O, ona bir kurtuluş yeri ihsân eder. Onu hâtırına gelmeyen bir cihetten rızıklandırır. (10) İşte rızık çeşitleri bunlardır. Bunlardan yalmz birinci kısım rızkta tevekkül vâcibdir.

— TEVEKKÜLÜN TARİFİ: Tevekkülün değişik ifâdelerle birçok târifi yapılmıştır. Bunlardan birkaçı :

Tevekkül; kalbin Allah'a dayanması, ona güvenmesi ve ondan başkasından umut kesmesidir.

Tevekkül; hâcet ânında kalbin Allah'tan başkasına meyletmemesidir

Tevekkül; vücûdun kivâmın ancak Allah'tan olacağını bilmektir.

Netice itibariyle, târif!erin hepsi ay şey'i ifâde etmektedirler. Kısaca diyebiliriz ki, (tevekkül, vücûdün kıvâmının ve her türlü ihtiyaçların Allah'ın takdiriyle temin edildiğini kesin olarak kabûl etmektir.) Fakat Allah dilerse rızkı bir vâsıta ile, bir sebeple verir, dilerse bir vâsıtasız olarak doğrudan doğruya kudretiyle verir. Bir kimse, rızkın hakikatte Allah 'tan geldiğini bilir ve sebeplere bağlanmazsa tevekkül etmiş olur.

4 — TEVEKKÜLE VESİLE OLAN ŞEYLER:, Allah'ın kullarının ihtiyaç miktarı nefakalarını tekeffül ettiğini düşünmek tevekküle vesile olur. Daha sağlam bir

tevekküle sâhip olabilmek için, Allah'ın ilminin ve kudretinin büyüklüğünü düşünmelidir. O, va'dinden dönmez, hata etmez, hiç bir sûrette âcizliği yoktur. İşte bir kimse, rabbının bu sıfatları hâiz olduğunu bilirse rızk husûsunda tevekkül edebilir.

SORU: Rızkımızı aramalı mıyız?

CEVAP: Birinci kısım rızkı yâni vücûdun yetecek kadar olanı, yâni Allah'ın kefâleti altında bulunanı anmak mümkün değildir. Çünkü o, hey ne sûretle olursa olsun Allah'ın işidir. Kişi nasıl ölümü önliyemiyor, hayâtını uzatamıyorsa bu türlü rızkı elde etmeğe de muktedir olamaz.

Ezelde kullar arasında üleştirilen rızıklara gelince kişi bunları elde etme zorunda değildir. Çünkü ihtiyaç miktarı olanı Allah tekeffül etmektedir.

(Allah'ın fazlından nasip arayın!) (11) âyetinden muad ise ilim ve sevaptır. Yâni ilim ve sevap arayın. Bununla beraber, ezelde taksim edilen fazladan rızıkların talebinin mubah olduğuna da delâlet edebilir.

 

SORU: Allah'ın kefil olduğu birinci kısım rızkın kazalması için sebebe bavurmalı mıdır?

CEVAP: Allah'ın kefâleti altında bulunan birinci kısım rızkın kazanılmasında sebebe başvurmanın lâzım olmadığı söylenir. Çünkü Allah sebepli - sebepsiz bu çeşit rızkı vermektedir. O halde sebebe başvurmak gerekmez.

(Yerde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah'ın üstüne olmasın.) (12) âyeti Ailah'ın birinci kısım rızkı şartsız olarak tekeffül ettiğini ifâde etmektedir. Hem insan bu birinci çeşit rizkın nerede bulunduğunu ve neyin vesile olduğunu bilmez. Peygamberler ve ermişler çok kere rızk talebinde bulunmazlardı. Bu hareketlerindedolayı âsî de sayılmadılar. Bundan da anlaşılıyor ki rızkı aramak veya sebebe başvurmak mecburî değildir.

SORU: Çalışmakla rızk çoğalır, çalışmamakla azalır mı?

CEVAP: Dinimizde doğru olan inanç şudur:

— Rızklar Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Miktarları tâyin edilmiştir. Bu miktarlar sonradan değiştirilmez. Yâni kişinin çalışmasıyle artırılmaz.

Bâzıları, ( kişinin çalışmasıyle rızk artmaz veya eksilmez, fakat mal artar, eksilir.) derler. Bu, saçma bir îtikattır.)Çünkü malın da rızkın da delili birdir. Allah buyurur :

— Allah, elde edemediklerinize tasalanmamanız, size verdikleriyle sevinip şımarmamanız için rızkı yazmıştır. (13)

Eğer rızk, aramakla artsa aksi halde azalsa, bir şeye erişilemediği zaman tasalanmak, elde edildiği zaman sevinmek yerinde olurdu. Peygamberimiz bir dilenciye bir şey verdiği zaman şöyle buyurur:

— Al bunu. Eğer sen ona gelmeseydin, o sana gelirdi.

SORU: Rızkların ezelde Levh-i Mahfuz'da yazıldığı, binaenaleyh çalışmakla artmıyacağını söylediniz. Sevaplar ve günahlara verilecek cezâlar da yazılıdır. Halbuki Allah, sevaba vesile olacak şeylerde çalışmamızı, cezâyı icâbettirecek şeylerden kaçınmamızı emrediyor. Sevap, kendisine vesile olacak şeyleri yapmakla artar veya aksi halde eksilir mi ?

CEVAP: Allah, sevaba vesile olacak şeyleri işlememizi kesinlikle emretmiş, aksi halde cezâya uğrıyacağımızı bildirmiş ve çalışmayan kişiye sevap vereceğini hiç bir sûretle tekeffül etmemiştir. Sevâbın veya işlenen günahlara verilecek cezân artması kulun fiiline bağlıdır. Rızk ile sevap - ceza hususunda ufak bir incelik vardır.

Bunu bâzı âlimlerimiz şöyle açıklar.

— Ezelde Levh-i Mahfuzda yazılan şeyler iki kısımdır. Biri kulun fiiline bağolmıyan şeylerdir ki rızklar ve kişinin eceli bu kısma girer. Yâni kul çalışmasa da Allah kefil olduğu miktarda rızkını verir. Gene kul kendi çalışmasıyle ne ecelini kısaltabilir, ne de uzatabilir. Nitekim şu âyetler bu gerçeği göstermektedir :

-  Yerde yürüyen hiç bir can yoktur ki hepsinin rızkı Allah'ın üstüne olmasın. (14)

— Her ümmetin bir eceli vardır. O müddetleri gelince bir saat ne geri bırakabilirler, ne de öne alabilirler. (15)

Peygamberimiz buyurur:

— Dört şey mukadderdir, değişmez.

I) Yaratılan,

2) Huy,

3) Rızklar,

4) Ecel.

Ezelde Levh-i Mahfuz'da yazılanların ikinci kısmı, kişinin işleyip işlememesine bağlı olan şeylerdir. Sevablar ve günahlara karşık verilen cezâlar bu kısma girer. Nitekim sevabların ve cezâların verilmesi şarta bağlı olarak söylenmektedir:

Eğer Yahudiler - Hıristiyanlar iman ederek fesatcılıktan - bozgunculuktan sakınsalardı onların kötülüklerini herhalde örter ve mutlaka ni'meti bol cennetlere koyardık. (16)

SORU: Çalışanların mal - mülk sâhibi oldukları, bolluk içinde yaşadıkları; çalışmayanların ise fakirlik ve yokluk içinde bulundukları görülüyor. Bunu nasıl izah edersiniz ?

CEVAP: Evet. Çoğunlukla öyledir. Yâni çalışan mahrum kalmaz, fakir düşmez. Bolluk içinde yaşar. Çalışmayan zengin olamaz. Bu mevzuda Allah'ın takdirini de nazarı itibara almak gerekir. Bununla beraber her akıllı ve çalışkanın da mutlaka zengin olduğu yoktur. Nitekim söylenir:

Nice aklı - fikri yerinde, çalışkan insanlar vardır ki rızk kapıları kapalıdır. Gene nice âciz ve uyuşuklar vardır ki denizden su alır gibi rızık toplarlar. Bu durum gösterir ki Allah'ın kâinatı yaratışında kimsenin bilemiyeceği bir esrar vardır.

SORU: Çöllerde azıksız yola çıkılabilir mi ?

CEVAP: Eğer kişinin kalbi pürüzsüz olarak Allah'a bağlı ise yâni îtimâdı tam ise çıkabilir; yoksa, avam tabakası gibi azık alarak çıkmalıdır. Ebülmeâli şöyle der:

— Bir kimse Allah'a karşı insanların âdetince muâmele yaparsa, Allah da ona insanların âdetince rnuâmele yapar.

Bu, gerçekten çok güzel ve faydalı bir sözdür.

SORU: Allah (sefer sırasında yetecek kadar azıklan. Azığın en hayırlısı takvâdır.) (17) buyuruyor, ne dersiniz ?

CEVAP: Bu âyetin mânası iki şekilde açıklanır. Birinci açıklama:

— Buradaki azıktan murat, (âhiret yolculuğu için hazırlık) tır. Eğer dünya azığı kasdedilseydi, (azığın en hayırlısı takvâ'dır) denmez, yâni takvâ söylenmez, dünya azığı söylenirdi.

 İkinci açıklama: İslâmlığın doğuşu zamanında bazı kişiler hacca giderken gerekli azık almazlardı. Bunlar yollarda halkın kendilerine vereceği yiyeceklere güvenirler,

hattâ (isteyicilik) yaparlar ve başkalarını râhatsız ederlerdi. Bunun üzerine (yolda halkın vereceği yiyeceğe güvenerek azıksız yola çıkmaktansa yiyecek alarak çıkmanın daha iyi olacağı) kendilerine hatırlatıldı.

SORU: Tevekkül sâhibi olanlar yolculukta azık almalı mıdır.

CEVAP: Tevekkül sâhibi olanlar çok kere azık aIırlar, fakat kalbleri daima Allaha bağlıdır. Ona güvenirler, azığa güvenmezler. Tevekkül sâhibinin îtikâdına göre, aldığı azık mutlaka kendisi için değildir. Allah dilerse, onunla yaşatır, dilerse başka bir sebeple yaşatır. Aldığı yiyeceği de başka birisine nasip edebilir. 

Tevekkül edenler bâzan da başkalarına yardım etmek için azık alırlar. Esâsen bu meselede mühim olan, azık almak veya almamak değil, Allah'a veya azığına güvenmektir. Nice kişiler vardır ki azığı ve her türlü lüzumlu eşyası olduğu halde selâmet yolunu Allah'a güvenmekte bulurlar. Varlıklarına zerre kadar ehemmiyet vermezler. Nice kişiler de vardır ki azığı olmadığı halde Allah'a îtimad etmez. Kalbi azık düşüncesindedir.

SORU: Peygamberimiz ve dini bütün ilk müslümanlar yola çıktıkları zaman lüzumlu azıklarıalırlardı !

CEVAP: Şüphesiz yola çıkarken azık almak mübahtır. Haram değildir. Harâm olan, bütün güvenini azığa tevekkülü terketmektir. Allah tarafından kendisine, (ölmek, şânından olmıyan Allaha güvenip dayan) (18) diye emredilen peygamberin, tevekkül etmiyerek yiyeceğe, içeceğe veya paraya dayanması düşünülebilir mi? Hayır, asla. O'nun kalbi daima rabbi ile beraberdi. O'na güveniyor, ona dayanıyordu. Çünkü o, dünyaya asla iltifat etmemiş, yeryüzünün bütün hazinelerine sâhip olabilecek durumda olduğu halde en ufak bir meyil göstermemişti. Onun ve sahâbesinin yola çıkarken azık almaları tevekkülsüzlükten değil, iyi niyetlerden dolayı idi.

SORU: Yola çıkarken azık almak mı daha iyi, almamak mı ?

CEVAP: Bu, duruma ve niyyete göre değişir. Eğer kişinin azık almaktan gâyesi müslümanlara yardım etmek veya yolda kalmışların imdâdına yetişmekse almak

daha iyidir. Fakat aldığı ak ihlâsına halel getirecek, ibâdet etmesine mâni olacaksa almaması daha iyidir.




(1) Zâriyât Sûresi, âyet: 58

(2) Hûd Süresi, ayet: 6

(3) Zâriyât Süresi, ayet: 23

(4) Fürkan Süresi, ayet: 08

(5) Zâriyât Süresi, âyet: 23

(6) İmran Süresi, âyet: 159

(7) Muhammed Süresi, âyet: 7

(8) Rûm Süresi, âyet: 47

(9) Talâk Süresi, âyet: 3

(10) Talâk Süresi, âyet: 2-3

(11) Cuma Süresi, ayet: 10

(12) Hûd Süresi, âyeı: 6

(13) Hadid Süresi, âyet: 23

(14) Hûd Suresi, ayet : 6

(15) Mâide Suresi, ayet : 65

(16) A’raf Süresi, âyet: 34

(17) Bakara Süresi, âyet: 197

(18) Fûrkan Suresi, âyet: 58


Abidler Yolu, İmam-ı Gazali 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder