19 Şubat 2021 Cuma

Riya ve Ucub

 Saadet yolcusu! Bundan önceki tehlikeli geçitleri geçerek buraya kadar geldin. Onların bütün meşakkatlerine tahammül ettin. Güçlüklerini yendin. Şimdi korkulu bir geçittesin. Bunu da mutlaka aşmalısın. Önceki geçitlerde elinde sermaye yoktu. Sadece kötü huylarını terketmek ve ibâdet etmek sûretiyle sermaye edinmeye çalışıyordun. Şu anda bunu başarmış durumdasın. Elinde sermaye de var. İşte bu geçit onun için korkulu.

Çünkü burayı aşamazsan bu sefer elindeki sermayeni de kaybetmiş olacaksın. Bu geçitte eşkiyalar çoktur. Seni soyabilirler. Kötü huyları terketmek ve ibâdet yapmakla kazandığın sermayeni elinden alabilirler. Bu yol kesicilerin en tehlikelileri riyâ ve ucüb'dür. Şimdi bunların her birini ayrı ayrı inceliyelim.

RİYA

Riyâyı dört esâsı açıklıyarak inceliyeceğiz:

BİRİNCİ ESAS : Allah buyurur;

— Allah ki, yedi kat göğü ve yerden de bir okadar katı yaratmıştır. Allah'ın hükmü bütün bunlar arasında iner durur; bilesiniz ki AIlah her şeye kâdirdir ve ilmi her şeyi kuşatmıştır. (2)

Allah bu âyette sanki şöyle buyuruyor :

- Ey insan; ben gökleri, yeri ve bunlarda olan her şeyi yarattım. Tâki benim kudretimin sonsuz olduğunu, ilmimin her şeyi ihâta ettiğini bilesin. Böyle olduğu halde sen yalan-yanlış iki rek'at namaz kılar veya bir hayır işi yaparsın. Bu yaptıklarını benim bilmem ve seni mükâfatlandırmam yetmiyormuş gibi bir de insanların bilmesini ve seni övmelerini istersin. Bu, vefâsızk değil mi? Hangi akıl sahibi ram olur buna? Yazık sana! Düşünmez misin ?

İKİNCİ ESAS : Birisinin binlerce lira değerinde bir mücevheri olsa, onu bu değeriyle alacak müşteri varken götürse bir kaç pula başka birisine satsa bu, büyük bir aldanış olmaz mı? Bu hareket onun iş bilmezliğine, câhilliğine ve aklının noksanlığına delâlet etmez mi? İşte Allah'ın hoşnutsuzluğunun ve vereceği sevapların yanında.

 kulların medhi, yüzbinlerin yanda bir kaç pul kadar değildir. Yapacağı ibâdeti yalnız Allah zâsı için yapmak yerine, âciz ve fânî insanların övmesi için yapan kimse, bu misaldeki akılsız mücevher sahibinden daha öteye geçemez. Bu ise aldanışların en büyüğüdür. Düşün bir kere; ibâdetlerini, iyi amellerini hep insanların medhini kazanmak için yapan kimse ömrü boyunca yüzbinlerce lira değerinde mücevherlerini bir kaç pula satmış, sonra da müflis olarak âhırete gitmiş oluyor. Halbuki yalnız Rabbının rızâsı için ibâdet etse dünya kendisine uyar. Allah her iki âlemde muradı verir. Çünkü dünya ve âhıretin sahibi odur. Nitekim Kur'anda buyrulur :

— Kim dünya mükâfâtı isterse bilsin ki, dünyan da âhiretin de bütün mükâfâtı Allah'ın yandadır. Allah bütün söylenenleri işitir, yapılanla görür. (3)

Peygamberimiz de bir hadisinde şöyle buyurur :

— Allah âhırete taallûk alen bir amel karşılığında dünyalık verir. Fakat dünyaya taallûk bir amel karşılığında âhireti vermez.

Bu âyetle hadisten çıkan sonuç şudur :

— Amellerini sırf Allah için yapan kimse, hem dünyası hem de âhıretini mâmûr etmiş olur. Fânî dünya için veyahut da insanların methini kazanmak için yapan kimse âhıretini aslâ mâmûr edemez. Bazan dünyada istediğine de nâil olamaz. Nâil olsa bile bâki kalmaz. Çünkü dünya bâki değildir. Böylece hem dünyasını hem de âhiretini mahvetmiş olur. Düşün, ey aklı olan kimse!

ÜÇÜNCÜ ESAS : Methine nâil olmak için gösteriş yapmağa kalkıştığın kimse senin bu niyetini bilseydi, muhakkak sana öfkelenir, seni hakir görürdü. O halde aklı olan bir insan, hoşnutluğunu talep ettiği zaman kendisine kızan ve tahkîr eden böyle birisi için nasıl gösteriş yapmağa kalkışır? Ey akıllı dam! Amellerini öyle birisi için işle ki kendi rızâiçin işlediğini bilince seni sevsin. Sana ikramlarda bulunsun. Zengin yapsın. Daha ilerisi her ihtiyacını temin edebilecek kudrette olsun. Bu ise ancak kâinâtta mutlak tasarruf sahibi olan Allah olabilir.

DÖRDÜNCÜ ESAS : Bir kimse dünya sultanlarının en büyüğüne yaklaşmak ve onun iltifâtına nâil olmak isteyince ne yapması gerekir? Şüphesiz sultanın hizmetine girmesi ve onun hoşuna gidecek bir hizmette bulunması gerekir. Bu kimse, sultan iltifâtına mazhar olmayı, ona lâyık bir hizmette bulunmakta değil de, onun çöpçüsü durumunda olan birisini hnut etmekte arasa, nasıl ki sefihliğini ve aşağılığı ortaya koymuş olursa; AIlah’ı bırakarak fânî bir kulun methini kazanma yoluna giden bir kimse de aynı şekilde aşağılığı ve zevksizliğini ortaya koymuş olur.

Onun bu halini görenler sorarlar :

- Ey akılsız adam; Sultanın hoşnutluğunu kazanman mümkün iken bu süpürgeciyi memnun etmekte ne fayda görüyorsun? Sultanın kendisine öfkelenmesi yüzünden süpürgeci de sana kızıyor.

Ey hakîkat yolcusu! İşte mürâinin hâli bu adamın hâline benzer. Kâinâtın mutlak sultânı Allah dururken süpürgeci mesabesinde bile olmıyan âciz ve hakir bir kulu memnun etmekte, ona gösteriş yapmakta ne fayda görüyorsun? Böyle bir hareket senin gayretsizliğine ve basîretsizliğine delâlet eder. Sana yaraşan, amelleri yalz Allah için yapmaktır. Sen kendi isteğinle kimseye kendini sevdiremezsin. Çünkü bütün gönüller onun elindedir. Dilerse onları hep sana çevirir ve senin sevginle doldurur. Böylece kendi çalışmanla nâil olamıyacağın şeylere erişmiş olursun. Bunu böyle bilmez ve kendi ilmin, kendi gayretinle fânî insanların sevgisini kazanmak istersen Allah onların gönlünü senden uzaklaştırır, tek başına kalırsın. Bütün insanlar senden nefret ederler. Sana öfkelenirler. Böylece hem insanların hem de Allah'ın kızgınğını üzerine çekmiş olursun. Hayf sana o zaman!

Hasan Basrî anlatır :

— Birisi vardı. Bir ara Allah'a yaptığı ibâdetlerle meşhur olmayı düşündü. Namaz vakitleri câmiye herkesten önce gelir, bitince de en sonra çıkardı. Namaz vakitleri yaklaştı mı, o hep namaz kılar; günlerini oruç tutmakla geçirir, zikir meclislerine devam ederdi. Böylece yedi ay geçti. Sonra her kim onu görse, (amma da utanmaz mürâi adammış!) demeğe başladı. Bunun üzerine o imtehâna çekildi. Tevbe etti. Bütün ibâdetlerini Allah rızâsı için yapmağa karar verdi. Onu bundan sonra görenler, (mâşâallah, kendini düzeltti, doğru yola girdi, ne mutlu ona!) derlerdi.

Bunu anlatan Hasan Basrî sonra şu âyeti okur:

— Hakikat, iman edip iyi ameller yapanlar var ya, çok esirgeyici Allah, onlar için gönüllerde bir sevgi yaratır. (4)

Bu âyet açıkca gösteriyor ki Allah dilediği kulunu insanlara sevdirir.

— Ey riyâkârlıkla sevab peşinde koşan kişi! Muhal olan bir şey'i istiyorsun. Çünkü Allah riyâkârların ümiderini boşa çıkarır. Amellerini iptal eder. Ellerinde yorgunluktan başka bir şey kalmaz. Kim Allah'ın rızâsını istiyor, ona kavuşmayı düşünüyorsa, amelleri sırf onun için yapsın. Cennet - cehennem her şey onun elindedir. Onun yollarından git ki sana gerekli azığını versin. İnsanlar hiç bir şey'e mâlik değildir. Allah sevdirmedikçe onlar seni sevemezler.

UCÜP

Ucüb'ü, dört esâsı açıklıyarak inceliyeceğiz:

BİRİNCİ ESAS: Kişinin ameli Allah'ın rızâsına ve kabûl edilmeye uygun düştüğü yerde değer kazar. Bir işçi bütün gün boyunca birkaç kuruşa çalışır. Bir gece bekçisi de bütün gece boyunca birkaç kuruşa çalışır. Diğer san'at sâhipleri de öyledir. Gece - gündüz muayyen bir miktar kazanç için çalışırlar. Kazançları mahduttur. Halbuki ihlâsla yapılan ameller hususunda durum böyle değildir. Nitekim Allah buyurur :

— Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir. (5)

Rivâyet edilen bir hadîs de şu meâldedir:

— (Allah buyurur) : Oruç tutanlar için gözlerin görmediği, kulaklan işitmediği ve hiçbir kimsenin hâtırına gelmediği ni'metler hazırladım.

Sabahtan akşama kadar çalışıp yorulanın yevmiyesi birkaç kuruş olduğu halde sâdece yemeğini akşama te'hir edenin kazancı böylece akla - hayâle gelmedik bir şekilde oluyor. Acaba bütün gece ibâdetle ihyâ edilse ne olur? Allah buyurur:

— Artık onlar için, işlemekte olduklarına bir mükâfât olarak gözlerin aydın olacağı ni'metlerden neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilemez. (6)

İşte, bir gece bekçisinin bütün gece boyunca kazandığı birkaç kuruşa karşılık. ihyâ edilen bir geceye verilen mükâfat! Gecenin bir saatinde kılınan iki rek'at namaz veya bir nefeste söylenen şehâdet kelimesi bile hudutsuz ni'metlere vesile olur. Allah buyurur:

— Kim bir kötülük yaparsa ona bunun benzerinden başka karşılık yapılmaz. Kim de —erkek olsun, kadın olsun, imanlı olmak şartıyle — iyi amel ve harekette bulunursa işte onlar, içinde sayısız zıklara kavuşturulmak üzere cennete girerler. (7)

Çok kere bir insanın bir nefeslik zamanının ne kendi yanında, ne de başkaları yanda hiç değeri olmaz. Nice nefesler yok yere harcanır. Nice zamanlar boş yere geçer gider. Böyle bir nefeslik zamanın Allah yanında kıymetli olması, o zamanın yerinde harcanmasından ve kabûle şâyan olmasındandır. O halde kişi, haddizâtında kendi amelinin değersiz olduğunu bilmeli ve Allah'ın lûtfiyle kıymet kazandığından ona şükretmeli, ibâdetleri Allah zâsına uygun olmaktan çıkaran şeylerden sakınmalıdır.

Çünkü ibâdet için sarfedilen zamanın değer kazanmasına sebep, Allah'ın rızâsına uygun olarak sarfedilmiş olmasıdır. Halbuki bu anda onun hoşnutluğuna halel getirecek hareketler bulunursa sarfedilen zaman gene değerini kaybetmiş ve boş yere harcanmış nefesler arzasına girmiş olur. Bunu bir misâlle açıklıyalım:

Meselâ bir salkım üzüm pazarda birkaç kuruştur. Fakat sâhibi bu bir salkımı alıp zamanın sultanına hediye etse ve o da kabûl etse ne kadar değer kazanır. Belki sultan bunun yüz katı değerini sâhibine verir. Ayni şekilde güzel kokulu bir demet çiçeğin çarşıda ufak bir değeri vardır.

Fakat o bir demet çiçek sultana verilse ve kabûl edilse ne büyük değer kazanır. Halbuki bu bir salkım üzümle bir demet çiçek, sultanın reddetmesine yâni kabûl etmemesine sebep olacak bir hareketle ona verilse ve o da iâde etse gene eski kıymetsiz değerlerine düşerler. Yâni birkaç kuruşa satılırlar.

İşte ibâdetler de böyledir. Allah'ın kabûl edebileceği şekilde yapılırlarsa büyük değer kazanırlar.

İKİNCİ ESAS: Sultanın hizmetine giren birini ele alalım. Aldığı bir miktar para, yeme-içme, giyme karşılığında ona gece - gündüz hizmet eder. Bir yerde durunca ayakta bekler: Bâzan sabaha kadar kapısında muhâfızk yapar. Bâzan sultanın düşmanına karşı savaşa girer, kıymetli canını onun için fedâ eder. Hâsılı ufak bir menfaat karşılığında — uğradığı zillet ve hakaretler de fazladan olarak — bütün bu tehlikelere göğüs gerer. Zahmetlere katlanır. Bununla beraber aslında o vazifeyi ona veren gene Allah'tır. Sultan ise bir sebep durumundadır.

Düşün şimdi ey insan! O Allah ki seni yoktan var etti. Büyüttü, terbiye etti. Sonra da din ve dünya hususunda zâhirî-bâtınî aklının almıyacağı kadar çok ni'metler verdi.

— O size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın ni'metini birer birer saymak isterseniz, icmâl sûretiyle bile sayamazsmız. Gerçekten insan çok zilimdir, çok nankördür. (8)

Allah'ın bunca ni'metleri yanda sen kalkıp iki rek'at namaz kılıyor veya bir hayır işi yapıyorsun. İleride bunlara ayrıca sevab verileceği de va'dedildiği halde yaptığın ibâdeti gözünde büyütüyorsun. Bunu kendinin yaptığını söylüyor ve onunla böbürleniyorsun. Düşün bir kere. Bu, akıllı bir insanın yapacağı şey mi Allah aşkına ?

ÜÇÜNCÜ ESAS: Dünyanın en kudretli bir hükümdârını düşünelim. Bütün küçük hükümdarlar ona arz-ı itâat ederler. Yanında dâima vezirler ve büyük devlet adamları bulunur. Âlimler; filozoflar, akıllı kişiler, tabibler ve bütün büyük insanlar iftiharla onun hizmetine koşarlar.

Şimdi bu durumda olan bir hükümdarın avam tabakasından birine iltifat ederek hizmetine aldığı, yanda bir vazife vererek hiç kusurlarına bakmadan, hizmeti karşılığında ona büyük ücretler verdiğini kabûl edelim. Hükümdârın bu iltifatıgörenler-işitenler ne söyler? Muhakkak (çok talihli adammış. Lâyık olmadığı halde hükümdarın âtıfeti yüzünden büyük devlete kondu.) derler. Eğer o adam bunun, hükümdarın bir iltifâtı olduğunu düşünmez de kendi başarısı sayarsa görenler - duyanlar ne der? Muhakkak, (ne olacak câhil, akılsız ve seviyesini bilmiyen bir adam. Hükümdarın teveccühü ile devlete kondu. Şimdi de bunu kendi muvaffakıyeti sanıyor) derler.

Düşün şimdi ey insan! Bizim Rabbımız öyle bir sultandır ki, gökler, yer ve bunlarda ne varsa hepsi onu tesbih eder, onu anar. Gene bizim Rabbımız öyle bir mâbuddur ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi ona istiyerek veya istemiyerek secde eder. Cebrâil, İsrâfil, Mîkâil, Azrâil ve sayısını yalnız Allah'ın bildiği diğer büyük melekler, onun hizmetinde olanlar cümlesindendir. Bu melekler büyük derecelere mâliktir. Günah işlemezler. Allah'a sayısız büyük ibâdetler yaparlar. Mahlûkâtın en hayırlısı Hazret-i Muhammed dâhil yüksek dereceleriyle bütün peygamberler; temiz varlıklarıyle bütün âlimler onun hizmetindedir. Onun hizmetinde olanların en süflîleri yer yüzünün sultanları ve devlet adamlarıdır. Bunlar onun huzûrunda yüzlerini toprağa sürerler. Âcizliklerini îtiraf ederek af dilerler. O da onların özrünü kabûl edip afvederse mutluluğa ererler. Yoksa rezil olurlar, sonları felâkettir. İşte bizim rabbımız bunca kudret ve azamet sâhibi olduğu halde gene senin kusurlu ibâdetlerini kabûl eder. Huzûruna lâyık olmadığın halde müsâade eder. İstediğin zaman münâcaatı yaparsın. O da seni dinler. Halbuki sen o derece aşağı tabakada bir varlıksın ki, dünya beylerinden birinin huzûruna varmak istesen seni içeri bırakmazlar. Bıraksalar bile yüzüne bakmazlar, derdini dinlemezler. Bulunduğun şehrin belediye reisinin huzûruna kolay kolay giremezsin. Nâhiye müdürü ile görüşmen bile bir mes'eledir. Oysa ki bizim rabbımız olan Allah için böyle bir şey yoktur. Onun mürâcaat kapısı herkese açıktır. Dileyen dilediği zaman baş vurur. Rabbi onu dinler, dileğini kabûl eder. Kusurlu olduğu, şânına lâyık olmadığı halde yapılan ibâdetleri kabûl ederek mükâfatlar verir.

Hal böyle iken, sen ey insan, nasıl böbürlenirsin? Nasıl kendinde bir büyüklük görürsün? Senin, değil büyüklenmen, kusurlu olduğu halde ibâdetini kabûl ettiği için ayrıca teşekkür etmen gerekir.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Bir hükümdârı veya her hangi bir devlet reisini göz önüne alalım. Çeşitli sınıflardan bir çok kişiler hükümdâra veya devlet reisine hediyeler getirmiş olsunlar. Vezirler, kumandanlar, zenginler ve diğer büyükler!.. Değerli hediyelik mücevherleri, nefis yiyecekleriyle hükümdârın veya devlet reisinin huzûruna girsinler. Bunların arasında bir miktar baklası ile bir bakkal veya bir sepet üzümüyle bir köylü bulunmuş olsun. Hükümdar bunların hediyelerinin maddî değerini nazar-ı itibara almadan onlara da ay izzetü ikrâmı yapsın. Bu, hükümdârın kerem ve ihsânı değil midir? Böyle olduğu halde bakkal veya köylü bu izzetü ikrâma hak kazandıkları iddiâ etse ona, (bu adam çok câhil, terbiyesiz, aklı noksan veya deli) demezler mi ?

Şimdi düşün ey insan! Senin gece kalkıp iki rek'at namaz kıldığın veya bir hayır işi yaptığın anda yer yünde; karalarda - denizlerde, dağlarda - çöllerde, şehirlerde - köylerde nice âşıklar, nice sâdıklar ve nice müctehitler Allah'a ibâdet etmekte; kapısına ağlayan gözler, temiz kalb, temiz lisan ve huşû ile nice değerli hediyeler getirmektedirler.. Halbuki sen namazı kılarken her ne kadar kusursuz olmasına çalışsan gene de Allah'ın huzûruna lâyık bir ibâdet yapamazsın. Nasıl yapabilirsin ki gaflet içindesin, kalbin türlü ayıplarla kusurlu; bedenin günah yığınlarıyle necis hâline gelmiş. Lisânm kötü ve lüzumsuz sözler söyleye söyleye murdar olmuş. Bu durumda olan bir vücudla Allah'ın huzûruna nasıl girilir ve nasıl hediye takdim edilir?

Derler ki:

— Ey gâfil, dikkat et! Allah'a gönderdiğin ibâdetlere, zenginlerin evine gönderdiğin yemekler kadar îtinâ gösteriyor musun?

Ebûbekir Verak der ki:

- Her namaz kıldıktan sonra, zinâ eden kadının zinâdan sonra duyduğu hayâ kadar hayâ duyardım.

Bütün bunlardan daha acaip olanı, sen iki rek'at namaz kılacaksın, Rabbin bunu kıymetlendirecek. Sonra sayısız mükâfatlar verecek. Aynı zamanda sen onun kulu olacaksın. Bu ibâdetleri gene onun himmetiyle yapabileceksin. Sonunda da kalkıp (ben yaptım!) diyerek böbürleneceksin. Yeminle söylerim ki böyle bir iddiâ ancak fikirsiz bir câhilden, zihinsiz bir gâfilden ve kalbi ölmüş bir kişiden hâsıl olur.


(2) Talâk Süresi, âyet: 12

(3) Nisâ Sûresi, âyet: 134

(4) Meryem Süresi, âyet: 96

(5) Zümer Süresi, âyet: 10

(6) Secde Sûresi, âyet: 17

(7) Mü'min Sûresi, âyet: 40

(8) İbrâhim Süresi, ayet: 34

 

 Abidler Yolu, İmam-ı Gazali 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder